Cesaretli ve Hareketli Bir Teşkilatımız Var...
Bir dönem dillere pelesenk olan "Türkiye'nin çağ atlaması" deyimi aslında o dönemin yakın geçmişindeki siyasi çalkantılarına şahit olan jenerasyonun bilinçaltına fısıldayan bir "İade-i itibar hayali" olarak algılanıyordu.
Ortada bir vakıa vardı. Türküleri yasaklanan, şeker ve yağ kuyruklarına girilen, çocukları ahırlarda Kur'an eğitimi alan, vatandaşı fişlenen ve her gün yeni faili meçhulleri olan bir Türkiye gerçeği vardı.
Nitekim 80'li yılların hemen ardından dönemin şartları dâhilinde yollar yapılıyor, barajlar yapılıyor, elektriksiz, susuz, telefonsuz köy kalmıyordu. Oysaki "Türkiye'nin çağ atlaması" deyimi Avrupa gören köyümüzün "Alamancıları" için ancak "Çağı yakalama" gayreti olabilirdi. Aslında o dönem yeşertilmeye çalışılan bu değişim ve gelişim çabasının altında herkesin adını koymaya çekindiği bir "Demokratikleşme" hülyası vardı. Halk, çekinmekte haklıydı. Çünkü "Demokratikleşme" fiili sakıncalı bir şeydi. Çünkü ülkesinin seçilmiş Başbakanını bile asan derin zihniyetin, halen devam ettirdiği tahakkümü altında demokratikleşmeye çalışmak "Anarşizm" anlamına gelebilirdi.
28 Şubat post modern darbesini yorumlayan bir General; "Aslında ordu, darbe yapamazdı. Bunu biliyordu!" diyordu. Fakat daha önemli başka bir şeyi ekliyordu; "Bunu biz biliyorduk ama halk bilmiyordu!" Yani; yıllardır bu minval üzerine sindirilen, korkutulan, geleceği kendi değerleri üzerine şekillendirme özgüveni elinden alınan bir toplum oluşturulmuştu. Toplumsal hafızanın kötü olayları daha çok hatırladığı gerçeği yadsınamazdı.
Hatırlayalım; cüretkar bir şekilde bu ülkede yıllarca toplum mühendisliği yapılmıştı. Her birimiz; çoluğumuz-çocuğumuz dahil fişlenmişti. Milletin parası ile maksadı aşan toplantılar, projeler ve açıklamalar yapılmıştı. Milletin istemediği her şey yine millete dayatılmıştı. Ancak yine de ümit var olmak gerekir. Son birkaç yılda yaşadığımız büyük değişim bizim için "Çağı kurtarmanın eylemidir!" aslında. Milletimiz, artık kendisine ve geleceğine güvenmektedir. İradesinin bizatihi kendisine teslim edildiğini görmüştür. Uluslararası arenada duygularına tercüman olunan yeni bir üslupla tanışmıştır.
Burada özellikle Ali Fuat Başgil'in şu sözünü hatırlamak gerekir: "Politikacı, kalbinin diliyle konuşabildiği gün devlet adamı olmuş sayılır." Evet, milletimiz cesareti olmayanın başarısı olamayacağını da pekâlâ bilmektedir. Allah'a şükürler olsun... Milletimiz, referandum sürecinden alnının akıyla çıkmıştır. Artık "Şecaat" hormonumuz tekâmüle ermiştir. Haksızlığa, usulsüzlüğe, yolsuzluğa, üçkâğıtçılığa ve çirkefliğe yamanan zavallıların hışmından korkulmamaktadır.
Büyük bir özgüvenle haykırabiliriz. "Türkiye, demokratikleşmektedir!" Bu süreçte devletin kurumları, demokratik ülkelerdekine benzer şekilde yerli yerine oturmaya başlamıştır. Elbette bu süreci herkesin aynı olgunlukla karşılaması beklenemez. Örneğin ordumuzu sözüm ona "Kâğıttan Kaplan" diye eleştiren zihniyet, acınası ve kabul edilemez bir siyasi yalpalama içindedir. "Bizi siyasi tartışmalara konu etmeyin!" diyen ordumuza yönelik bu ulusalcı yaftalama son derece çirkindir. Artık; bugün ve yarın, tüm kurumlarımızın öz değerlerinin muhafazası da millet olarak yine bizden sorulur.
Türkiye, uluslararası arenada geçirdiği değişim sürecinin yanında referans bir ülke konumuna da gelmektedir. Biliyoruz ki "Küreselleşme" yalnızca ekonomik ilişkilerin geliştiği değil, sosyal ve siyasi hareketlerin de değerlendirildiği bir etkileşim rüzgârını da beraberinde getirmektedir. Bugün Tunus'ta başlayan ve Mısır'a sıçrayan, sonrasında Ürdün, Libya, Cezayir, Bahreyn ve Yemen'de de ortaya çıkan halk hareketleri özü itibari ile "Demokratikleşme" taleplerini ihtiva etmektedir.
Umuyoruz ki bu süreç, Müslüman kardeşlerimizin daha fazla kanı akmadan yine halkın "Doğru ve Samimi" taleplerinin yerine getirileceği "Bir ve Beraber" olunan bir yönetim anlayışı ile neticelenir. Elbette Orta Doğu'da yaşanan bu gelişmeler, bölge halkı tarafından büyük bir teveccüh duyulan ve rol-model alınan Türkiye'yi de yakından ilgilendirmektedir.
Değerli dostlar;
Sendikal hareketin yüz akı olan Sağlık-Sen ailesi, üstün gayretlerinizle günden güne büyüyor. Temelde sağlık ve sosyal hizmet çalışanlarının hak mücadelesini gözeten, geniş anlamda ise ülke insanımızın mutlu ve huzurlu yarınları için çaba sarf eden sendikamız için önümüzdeki süreç yine çok önemli... İlk defa toplu sözleşme masasına oturmayı planladığımız bu yıl, çok daha güçlü olmak zorundayız. Her şey için; tam zamanı...
Aylık mahsuplaşmadan 4924'lere nöbet ücretine, üç ayda bir 45 TL olan toplu sözleşme priminden sözleşmeli personele gelen aile yardımına kadar pek çok kazanımımızı saymakla bitiremeyiz. Sağlık-Sen olarak elde ettiğimiz bunca kazanımın heyecanı ve özgüveni ile bu yıl açık ara farkla yetkimizi tekrarlamalıyız.
Yetkili olmadığımız tüm kurum ve kuruluşlarda da bu yıl yetkiyi almalıyız. Daha güzel bir Türkiye ve daha güzel bir dünya için üzerimize düşeni yapmalıyız. Hedeflerimizden sapmayacağımıza gönülden inanıyoruz. Çünkü biliyoruz ki bizim cesaretli ve hareketli bir teşkilatımız var. Yakından bakıldığında görülür ki üstün özelliklere sahip olan kişilerin diğerlerinden farkı, eyleme geçme yeteneğine sahip olmalarıdır.