Tarihsel Mirasımızı Stratejik Avantaja Dönüştürmek İçin
Siyaset bilimciler, daha önce öngöremedikleri Soğuk Savaş’ın bitişi, Varşova Paktı’nın ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Çin’in önlenemeyen yükselişi gibi büyük dönüşümlere şimdi de Türkiye’deki Sessiz Devrim ve Arap Baharı’nı ilave ettiler. Neden böyle beklenmedik sonuçlarla karşılaşırız? Pek çok neden ileri sürülebilir. Çok önemli bulduklarımdan bir kısmını burada zikretmeliyim. Bu tespitleri, pek çok konuda önce tutarsızlığa, sonrasında türlü “yenilgilere davetiye çıkaran nedenler” olarak da okumak mümkün.
İnsanoğlu çok erken dönemden başlayarak soruları/sorunları parçalara ayırmaya, dünyayı bölümlemeye alıştırılır. Görünüşte bu yöntem, karmaşık ödevler ve konularla daha kolay baş edilmesini sağlar ama bunun bedeli ağır olur. Bütün çabasının, sorunu ötelemekten öte bir şeye yaramadığını, kendisini daha büyük sorunlarla karşı karşıya bıraktığını esefle görür. Oysa insanı ilgilendiren eğitim, kültür, siyaset, ekonomi, bilim, teknoloji, uluslar arası ilişkiler gibi alanlar; görünmeyen, birbiriyle ilişkili eylemler dokusuyla bağlıdır. Söz konusu alanların birbirini etkilemesi çoğu zaman yıllar alır. İnsan da bu dantelin parçası olduğundan, tüm bu değişimleri ön görmesi de, doğal olarak zor olur. Bu yüzden, sistemin birbirinden tecrit edilmiş parçalardan biri üzerine odaklanır, sonra da en derin problemlerinin neden bir türlü çözülemediğine şaşar.
Ön yargılar başka bir neden. Bu yargı biçimi, bireyde başka bireylere veya toplumsal kümelere karşı sevgi ya da düşmanlık duygusu uyanmasına yol açan, koşullanmış bir duygusal tutumu yansıtan, insanın kimliğinin bir parçasına dönüşen peşin hükümlerdir ve olup bitenlerin gerçek nedenlerine ulaşılmasını engeller. Başka bir söyleyişle ön yargılar nedeniyle insan, olana göre değil olmasını istediği gibi düşünmeye başlar ki buradan da gerçekçi sonuçlara ulaşması da mümkün olamaz.
Sosyal bilimlerin kullandığı yöntemler de toplumsal olayları yorumlamada başka bir engel. Laboratuar imkânından yoksun olan bu alan, geliştirdiği teorileri sınamak yerine, zorunlu olarak, tarihsel süreç içinden seçilmiş verilerden hareket etmek zorunda kalır. Buna bir de bireysel olarak akademik unvan veya marka değerine duyulan güven eklenince teori enflasyonundan geçilmez oluyor.
Bilgi patlaması, sözünü etmemiz gereken başka bir neden. Bugün bilgi bolluğunun bir “ bolluk paradoksu”na yol açtığı konusunda yaygın bir ittifak var. Her konuda olduğu gibi bolluk, seçenekleri çoğaltırken dikkat azalmasına yol açar. İnsanlar, önlerine yığılan bilgi hacmi altında ezilince neye odaklanacaklarını belirlemede, doğal olarak, zorlanırlar. Geçmişten farklı olarak, bu sefer de, bilgiden ziyade değerli bilgiyi arka plandaki karışıklıktan ayırabilenler güç kazanmakta, neye odaklanmamız gerektiğini söyleyenler için bu durum bir güç kaynağı haline gelmektedir. Başka bir söyleyişle, bilginin sağladığı gücün, bilgi yığını arasından önemli ve doğru olanı seçip ayıklayan, düzenleyip geçerliliğini güvenilir bir şekilde denetleyenlere aktığını kabul etmeliyiz.
En son WikiLeaks belgelerinin içeriğini ve devasa boyutunu burada hatırlayabiliriz. Belgeler yayınlanmaya başladıktan sonra, “Uluslar arası diplomasiye balans ayarı. Buzdağının şimdilik ucunu gördük. Dünya diplomasisinin kozmik odalarındaki kapılar aralandı ve sırlar dökülmeye başladı; Üçüncü Dalga, WikiLeaks’ten” sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu devirde kimse imparator değil... Ama kral, emir, sultan da değil; ABD, diplomaside güvenilirliğini sıfırlarken çok şey değişecek!” gibi şeyler yazıldı. Bu belgeler şimdilerde unutulmuş gibi görünüyor. Oysa orada, ABD’nin, 1979 yılından bu yana ‘terörist örgüt’ olarak tanımladığı PKK’ya yardım ettiği ortaya konuluyor. Askeri belgelerde PKK militanları, “özgürlük savaşçıları ve Türk vatandaşları” olarak nitelendirilirken, ABD’nin Irak’taki tutuklu PKK üyelerini serbest bıraktığı öne sürülüyor. ABD güçlerinin, PKK’ya silah verdiğini ve örgütün Türkiye’deki saldırılarını göz ardı ettiğini okuyabildik. Bu belgelerden sonra uluslar arası ilişkiler gerçekten değişti mi? Ya da tüm dünyada yeni bir sansür biçimi mi işliyor?
Sorunlar ele alınırken insanoğlunun bugüne kadar deneyimlerinden öğrendiği en temel ilkelerden hareket edilmelidir. Bunlardan bir tanesi “ Ortaya çıkan sorunların temel nedenleri bulunup, bunlarla ilgili karşı önlem geliştirilmelidir; bunun dışında her girişim, o problemi başka bir yere ya da zamana itmekten başka bir işe yaramaz.” olmuştur. En başta böyle temel bir ilkenin öncülüğünde yola çıktığımızda, elimizdeki mevcut verileri çok daha iyi değerlendirir, eldeki materyalden hangilerinin bizi temel nedenlere götüreceğini görür, sorunun asıl sahibinin kim olduğunu bulmaya daha çok yaklaşırız. Hangi faaliyete ihtiyaç duyacağımızı, kimin hangi işten sorumlu olacağını, geliştirdiğimiz önerilerin temel nedenleri nasıl etkiyeceğini, bilinen doğruların problemli alana neden dâhil edilemediğini bulmaya daha çok yaklaşırız. En önemlisi, biliyor görünmek yerine, gerçekten öğrenmeye açık hale geliriz.
Türkiye ne yazık ki, pek çok konuda olduğu gibi, uluslar arası ilişkilerde de, yeni özgün karakterli, sahip olduğumuz potansiyeli ve bizi bekleyen tehditlerin de farkında olan, yukarıda değinmeye çalıştığımız sakıncalardan arınmış araştırmalara, teorilere, hipotezlere hasret. Çünkü teori dediğimiz şeyler dünyadaki gelişmeleri sistematik şekilde ele almamızı, olayları anlamamızı sağlayan zihinsel aletlerdir. Bu teoriler sayesinde hem kendi gerçekliğimizle hem de dünyanın gerçekleriyle sağlıklı bir şekilde yüzleşebilir, böylece gerçek güç dengelerini görebilir; tarihsel kırılmaları, yön değiştirmeleri, temel çatışma alanlarını kavrayabilir ve dünyada hak ettiğimiz yere ulaşabilmek için uygulanabilir politikalar geliştirebiliriz. Gerçek şu ki, uluslar arası ilişkiler alanındaki teorik çalışmalar ağırlıklı olarak Amerika ve İngiltere’de geliştirilmektedir.
“Büyük güç geçişleri/değişimleri, büyük çatışmaların ve egemenlik savaşlarının önde gelen nedenlerinden biridir.” teorisi uluslar arası ilişkileri yorumlamada işimize yarayabilir. Bu bağlamda Almanya’nın her iki dünya savaşından önce yükselişi, Soğuk Savaş dönemi sonrası ABD ve Çin’in yükselişi ve Rusya’nın geri çekilişi bundan kaynaklanan rekabet de dâhil, son dönemdeki büyük çatışmalarda gücün el değiştirmesi önemli nedenlerden biridir. Yine milletler/toplumlar gücün el değiştirmesine bağlı olarak bütün doğrularını ve konumlarını yeniden kurmaya zorlanır. Türkiye de bu baskıyı yoğun olarak hissetmesine rağmen, Batı Blok’u içinde yer almakla birlikte, AB ve ABD’nin stratejik hamleleri arasında kalan boşlukta ayakta kalmaya çalışmaktan öte bir strateji geliştirememiştir.
Büyük dönüşümlerin yaşandığı, uluslar arası dengelerin yeniden kurgulandığı dönemlerin içinden geçerken, toplumun kolektif bilinçaltının ve bilincinin/kimliğinin önemli bir kısmını oluşturan medeniyet değerleri ve yüz elli yıllık Batılılaşma tecrübesinden sağlıklı, dinamik bir toplum/devlet modeline geçilemedi. Medeniyetler arası etkileşimin de somut örneği olabilecek bu birikim, yazık ki, toplumu kompartımanlara ayırmanın, iç çatışmanın aracına dönüştürülmüştür. Böylelikle de bürokratik vesayet kendi egemenlik alanını genişletmenin ve derinleştirmenin nedenlerini de hep elinin altında tutmuş oldu. Özetle, millet olarak top yekûn kalkınmamızı sağlayacak olan birikimimiz ve enerjimiz kirli senaryolarla kendi kendimizi yok etmek için kullanılmıştır.
Ahmet Davutoğlu’nun formülleştirdiği, tarih, coğrafya, nüfus ve kültür gibi sabit verilerimizin; ekonomi, teknoloji ve askeri kapasitemizin; stratejik zihniyet –stratejik planlama ve siyasi iradenin yer aldığı güç denklemi daha önceden öngörülebilir ve yaşama geçirilmesi için çaba gösterilebilirdi. Mevcut gerçeklik, ideal ve iddia arasındaki boşluklar gerçekçi bir şekilde analiz edilip, zaman ve mekânın bizden beklediği meydan okuma- cevap verebilme gücümüzü geliştirebilirdik. ABD’nin kuyruğu gibi hareket etmeyen, müttefiklerinden farklı düşünme ve hareket edebilmeyi göze alabilen “yeni bir Türkiye” daha önce inşa edilebilirdi. Bu ülke dünya siyasetinde, son iki yüzyıldır sahip olamadığı bir güce ve ağırlığa kavuşmak için bu kadar beklemez, onca acı ya, aşağılanmaya maruz kalmazdı. Kendine özgü senaryolar geliştirmeye çalışan, dünyadaki dengeleri kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye zorlayan, kendisiyle ve geçmişiyle gurur duymaktan öte, tarihsel mirasını ahlaki bir sorumluluk ve stratejik bir avantaja dönüştürmesini bilen bir ülke olmamız bu kadar ötelenmezdi.
Bugüne kadar bu ülkeye eksen diye dayatılan, ABD’nin bir eyaleti gibi davranmaya, AB’nin her dediğini yapmaya, kayıtsız şartsız İsrail’in Orta Doğu politikalarını desteklemeye isyan edebilirdik. 28 Mart 1949 tarihinde Türkiye İsrail’i tanıyan, halkının çoğunluğu Müslüman olan ilk ülke olmak yerine; Bağımsızlık Savaşında, 1,5 milyon şehit veren Cezayir’i tanıyabilirdik. Hiç Türkiye’ye gelmediği halde romanlarının hepsini Türkiye Türkçesi ile yazan Cengiz Aytmatov’un vatandaşlık talebini reddetmek zorunda kalmazdık. Yanı başımızda, Irak’ta, ABD katliam yaparken seyirci kalmazdık ve günah galerimiz bu şekilde uzayıp gitmezdi.
Şimdi Avrupa merkezli modernleşme devri kapanıyor. Sahne alan küreselleşme, Uzak Doğu’dan Batı’ya bütün insanlık birikimini tekrar devreye sokmayı gerektirecek araçlar sunmaktadır. Bu dönemle ilgili olarak nükleer silahların gelişmesi, coğrafyanın ve toprağın önemini kısmen azaltan bilgi devrimi, karşılıklı bağımlılıkta muazzam büyüme, ulusal sınırları aşan değerler, insan hakları konusunda daha bilinçli olan küresel bir toplumdan sıkça söz ediliyor. Bu yenidünyada durdurulamaz bir değişim yaşanacağı; devletlerarası güç dengesinde, gelişen uluslar arası kuruluşların yeni fikir ve normlarla baskı oluşturacağı; devlet dışı aktörlerin, ekonomik araçların ve refah hedeflerinin güvenlikten daha önemli olduğu, karmaşık bağımlılığın daha çok kabul göreceği; eski dünya düzeninin halktan çok devletlerin egemenliğine dayanan, yine devletlerin bilardo topları gibi düşünüldüğü, aralarındaki çarpışmalar ve dengelerin de bu anlayış üzerinden yürütülmesinin yeni dönemde mümkün olamayacağı ileri sürülüyor.
Gelişmeler hangi hızda ve yönde olursa olsun, günümüzde ülkeler arasındaki ilişkiyi en iyi anlatan mecaz, satranç oyunun üç katlı olanıdır. Üst katında askeri meselelere ait olanları vardır, burada ABD tek başına süper güç(?) olarak yer alır ve büyük ölçüde tek kutupludur. Ekonomik meselelerin bağlı olduğu orta kattaki satranç tahtasında ABD tek başına egemen bir güç ya da imparatorluk değildir; Avrupa birlik içinde davrandığında onunla eşiti olarak pazarlık etmek zorunda kalır, Çin hesaba katılmalıdır. En altta oynanan oyunda, hükümetlerin denetimi dışında iş yapan uyuşturucudan terörizme, ekonomik korsanlara kadar değişik güçler yer alır. Bu üç katlı oyunda katlar arasındaki dikey ve yatay geçişleri, neden sonuç bağıntılarını, bağımlılıklarını gözden kaçıranların dünyada yaşananları anlaması, anlamlandırması ve tutarlı bir strateji geliştirmesinin mümkün olmadığını bugün eskiye oranla çok daha iyi biliyoruz. Böylesi kaotik bir dünyada sivil toplum ve örgütlerinin varlığı daha bir önem kazanmaktadır.
Artık kesin olarak bildiğimiz bir gerçek var, gerek ulusal gerekse uluslararası arenada etkin olmak isteyen her örgüt, bağımsız eylemler geliştirebilme yeteneğine sahip olmak zorundadır. Etkin kabul edilmek ya da aktör sayılmak için kullanışlı bir ölçüt var,”diğer aktörlere etki edebilen otonom birim olmak”. Yani ülke olarak uluslar arası arenada etki edebildiğimiz ülkeler oranında aktör sayılırız; örgüt olarak ülke içinde- hükümet dâhil -etki edebildiğimiz kitle ve örgütler oranında aktör sayılırız. Daha adil bir ülke, daha adil bir dünya umudumuzu taşımakla birlikte bunun kolay olmayacağını kabul etmeliyiz. İçeride, siyaset kurumunda, örgütlerin; uluslararası arenada oluşturulan BM gibi kuruluşlarda devletlerin adil bir şekilde temsil edilmediği çok açık iken; her iki düzlemde de daha adil, daha demokratik sonuçların ortaya çıkması kolay olmayacak. Küreselleşme ile beraber karşılıklı bağımlılığın arttığı doğru olmakla birlikte en az bağımlı olanın daha güçlü olduğu gerçeğini de unutmamalıyız.
Sonuç olarak, ülkemiz modern dünyanın ürettiği bütün sorunlarla doğrudan yüzleşmenin yanında, kendi özgün medeniyet birikim ve kimliğini bütün insanlığa açık, yeni formlarla üretebilme sorunuyla daha çok karşılaşacaktır. Aslında her iki sorunlu alan bütün İslam coğrafyasının en can yakıcı ama bir o kadar da umut vadeden alanları olmaya devam edecektir.
--------------------------------------------------------------------------------
(Bu makale, Memur-Sen Konfederasyonu “Kamu'da Sosyal Politika Dergisi”nin 2011, 18 Sayı-No’lu nüshasında yayınlanmıştır.)