Siyaseten bir dil ve dönem biterken…
Yeni devletin yönetim biçimi olarak seçtiğimiz cumhuriyetin seksen altıncı yılını kutluyoruz. Yazık ki yeterince demokrat, yeterince sivil ve yeterince gelişmiş bir devlet hala olamadık. Bu yüzden gün geçmiyor ki Sarıkız, Yakamoz, Eldiven, Ayışığı, Islak Belge gibi adlarla anılan türlü darbe girişimlerine maruz kalmayalım.
Hatırlayalım, 1913- 1918 arasında beş yıldan uzun bir süre Osmanlı Devleti İttihatçı diktatörlüğü ile yönetilmiştir. Birinci dünya savaşı yıllarında bu dikta Talat, Enver, Cemal Paşa üçlüsü ile simgelenecektir. Bu beş yıllık süre içinde kesin bir tek parti yönetimi (parti içinde de Merkezi Umumî tahakkümü kurulmuş) başka hiçbir örgütlenmeye izin verilmemiştir. Ancak İT’ye bağlı olarak bağlı bazı derneklerin açılmasına izin verilmiştir. “Sonuçta üç ittihatçı lider kendi partilerinin merkez komitesini dahi emrivakiye getirerek, hiçbir tartışmaya fırsat vermeden ülkeyi büyük bir felakete sürüklediler. Ve şu gerçeğe bu süre içinde tanık olduk: Diktatörlük felakete giden en kısa yoldur. Koskoca bir ülkeyi felakete sürükleyen bu liderler birer suçlu gibi ülkeden kaçtılar. Enver Tacikistan’da Kızılordu tarafından; Talat Berlin’de, Cemal Tiflis’te Ermeniler tarafından öldürüldüler. Türkiye kendisini bu felakete sürükleyenlerden, hatta Sarıkamış gibi felaket içinde felaket yaratanlardan hesap soramamış oldu.” [1]
CHP: DEVLET = HÜKÜMET
Hatırlamamız gereken bir başka tarihi gerçek ise: Cumhuriyet Halk partisi ile devlet- hükümet cihazının birleştirilmesidir. CHP Dördüncü büyük kurultayı 9 Mayıs 1935 tarihinde toplandı. Bu kurultayda genel sekreter Recep Peker, Türkiye Cumhuriyetinin ilk parti devleti olduğunu açıkladı. 15 Haziran 1936 tarihinde Parti Genel Sekreteri Pecep Peker görevden alındı, ve 18 Haziranda CHP Genel Başkan Vekili İsmet İnönü tarafından yayımlanan bir genelge ile, parti ile devlet-hükümet birleştirildiği açıklandı. Buna göre Dâhiliye Vekili olan kişi aynı zamanda CHP Genel Sekreteri olacak ve illerde de valiler CHP il başkanları olacaklardı.
Bu alandaki son girişim, cumhuriyet halk partisinin 6 Ok’unun 13 Şubat 1937 tarihinde Anayasaya da girmesi ve parti ilkelerinin aynı zamanda devletin temel ilkeleri haline gelmesi ile gerçekleşti.”[2]
Bu örnekleri ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım bizi değişmeyen bir zihniyetle karşı karşıya bırakacaktır: “Cumhuriyet’i biz kurduk biz yönetiriz’ zihniyetidir. Bu zihniyete göre, siyasetçiler ikinci sınıf vatandaştır. Sivil siyaset başıbozuktur, ülkeye hâkim olamaz.” Şimdi karşı karşıya kaldığımız “AK Parti hükümeti ve Fethullah Gülen'e Komplo Belgesi”nin hedeflerinin 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi, 12 Mart Dönemi (1971–1973) Generaller ve parlamento işbirliği dönemi, 12 Eylül Askeri Darbesi, 28 Şubat Süreci’nden Ne farkı var? Tek parti döneminin pratiğini oluşturan sonrada devam ettirilmeye çalışılan bu anlayış, kendi kurumları yanında, yine kendisine ayarlı resmi ve sözde sivil kurumlarla bu çağdışı egemenlik biçimini sürdürmeye çalışıyor.
İnsan aklına ziyan bir dönemin sonuna geliyoruz. Bu dönemin en karakteristik, en belirleyici özelliği hayatın ve hakikatin merkezinde kendilerini gören sivil-asker bürokratların olmasıdır. Başka bir deyişle bürokrasinin egemenliğidir. Özellikle de ordunun siyasi özerkliği bağlamında düşünüldüğünde, kurumsal sınırlarını aşan bir saldırı stratejisi biçiminde karşımıza çıktığını görebiliyoruz. Bu anlayış sivil egemenliğe karşı tahammülsüzlüğü hatta direnmeyi de içeriyor. Böyle rejimlerle yönetilen bir ülkelerde, birden çok partinin bulunması, seçimlerin yapılması görüntüyü kurtarmaktan öte bir anlam taşımaz.
Ancak günler başka türlü geçmeye başladı, insanımız, kendisi için gerekli olanlara kendisinin karar verdiği, kendi çıkarlarını yine kendisinin tanımladığı bir yönetim biçimi istiyor. Bunu da değişik biçimlerde ortaya koyuyor. Millet, kendisi hakkında sürekli kararlar alan ama aldığı kararlar yanlış çıktığında, görevinden alamadığı bürokratlar egemenliğinde yaşamak istemiyor; ilk defa, kendi bürokratlarının emir ve tavsiyelerine uymakla mükellef olmadığını bilmekle kalmıyor, bunu bir irade biçiminde ortaya koyuyor; İlk defa silahlı, silahsız, yüksek ya da alçak olsun kendi bürokratının görüşlerini paylaşmadığında vatan haini olmayacağını yüksek sesle dile getirebiliyor; artık kendisini anlamaktan aciz, bu topluma önder ve öncü olma yeteneklerini kaybetmiş bir sınıfın kendine layık gördüğü bu çağdışı yönetim biçimine daha fazla katlanmak istemiyor.
ELİTİST BÜROKRASİ ERİYOR
Özgürlük düşmanı bürokrasi büyük bir hızla güç kaybediyor; güç kaybettikçe çatlıyor, parçalanıyor. Bu vesayetçi rejimin bütün dayanakları birer birer çöküyor, darbe kışkırtıcılığı iş görmediğinde yüksek yargıya, orada dikiş tutmadığında komşu devletlerle savaş dahil olmak üzere yeni yerler aranıyor; dikiş tutmuyor, geri çekilip yeni direniş hatlarında kurdukları her barikat anında çöküyor. Bugüne kadar bu oligarşik yönetim biçimine direnebilecek ekonomik güce, sosyal ayrıcalıklara, örgütsel büyüklüğe sahip olanlarda artık onların yanlarında yer almıyor. Bir bürokratın raporlara yansıyan feryadı gerçeği bütün açıklığı ile yansıtıyor: Artık devlete hâkim olamıyoruz. Kendimize müttefik bulamıyoruz.
AÇILIM DEVAM ETMELİ
Bu kaçınılmaz bir gelişmeydi. Bugüne kadar aklımızı ve irademizi yok sayan vesayetçi rejim, insanlığın birikimlerini yok saydı; modern dünyanın geldiği özgürlükçü- katılımcı demokrasiyi kendi halkına çok gördü. Bu çağ dışı darbe mantığının, hukuk, anayasa, kanun- yönetmelik, protokol gibi kavramlarla, militarist söylem ve sloganlarla kendilerine ördükleri duvar kendilerini koruyamayacak kadar şeffaflaştı. Artık her anayasal kurumun, evrensel ilkeler doğrultusunda, kendi doğal sınırlarına çekilmesinin zamanın çoktan geldiğini herkes kabullenmelidir.
Bu gelişmelerde aktif olarak yer almanın, çocuklarımıza daha özgür bir ülke bırakmanın kıvancını yaşıyoruz. Genel merkezimiz, şubelerimiz, üyelerimiz ve milletimizle birlikte -ve çeşitli araçlarla- bu ülkede, her insanın kendi hayatıyla ilgili nihai tercihlerde bulunma hakkının kendisine ait olduğunu savunduk, savunmaya devam edeceğiz. Çünkü özgürlük, her insanın başkalarının müdahalesi olmadan kendi geleceğini belirleme hakkıdır. Başkalarının haklarına müdahale etmediği sürece insanlar kendi hayatlarını nasıl yaşayacaklarına kendileri karar vermelidir. Nerede yaşayacağına, nerede çalışacağına, neye inanacağına karar verme herkesin kendine aittir. Herkes, kendi tercihlerini, ahlaki değerlerini, hayattaki amaçlarını, dolayısıyla çıkarlarının neler olduğu bilgisine kendisi sahiptir.
Diğer yandan Demokratik açılımla ilgili olarak karşılaşılan zorluklara rağmen yola devam edilmelidir. Yüzlerce yıl birlikte yaşama kültürü geliştirmeyi başarmış bu millet, yeniden çatışmasız yaşanabilir bir ülke inşa edebilir. Bugüne kadar terörden ve terörle oluşturulan “alacakaranlıktan” beslenenlerin oyunlarına son vermek zorundayız. Bu süreçte “insan olmanın” sorumluluğunu derinden duyanların payına en büyük bir sorumluluk düşmektedir. Kaldı ki yaşadığımız coğrafya, yakın ve uzak geçmişimiz; yakın ve uzak geleceğimiz de böyle emrediyor.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] AKAD, Mehmet Tanju, Strateji Üzerine, İstanbul, 2003, Kastaş Yayınları,s.169
[2] Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908–1980, İstanbul, 1989, s 115–6, ilgili bölüm yazarı Cemil Koçak.