Medeniyet ve Kültür Belediyeciliği Zamanı…
Bugünün dünyasında demokrasiden söz ederken, küresel demokrasi, ulusal demokrasi ve yerel demokrasi gibi kavramlardan da bahsetmek zorundayız. Yine yönetim deyince de ilk aklımıza gelen merkezi yönetim ve yerel yönetim kavramları olmakta, merkezi yönetimden ülke yönetimini, yerel yönetimden ise şehir ve şehirlerin yönetimini algılıyoruz. Merkezi ve yerel yönetimler arasındaki ilişki, görev ve yetki bölüşümü yüzyıllardır tartışılmaya devam etmektedir. Demokrasi açısından baktığımızda, merkezi yönetimin temsili demokrasiye, yerel yönetimlerin ise katılımcı demokrasiye daha yatkın olduğunu söyleyebiliriz. Her iki yönetim türünün denetimleri arasında da farklılıklar söz konusudur. Bunlara girmeden halkın bizatihi, bire bir olarak yerel yönetimlerin hizmet alanında yaşaması, iyi hizmeti ve kötü hizmeti aracısız görmesi, halkın kolaylıkla yerel yönetimlerin icraatlarını denetleyebilmesi noktasında yerel yönetimlerde denetimin daha demokratik ve daha şeffaf olduğunu söylemek mümkündür.
Cumhuriyetin ilk yıllarında devletçilik, parti-devlet anlayışı ile bürokratik-hiyerarşik bir yönetim modeli esas alınmıştır. Bu modelde, yerel yöneticiler ağırlıklı olarak memur pozisyonunu ve memuriyet görevini üstlenmiştir. 1950’de çok partili siyaset sisteminin, gerçek anlamda hayata geçmesinden sonra merkez-taşra yönetimleri arasındaki ilişki farklılaşmaya başlamıştır. Bu dönemde uygulanan belediyecilik anlayışına bakıldığında, herhangi bir altyapının olmaması ve durumun gereği olarak karşımıza daha çok ‘imar belediyeciliği’ çıkmaktadır. 1961’de ‘mahalli idareler’ kavramı anayasaya girmiş, ‘kalkınmacılık’ anlayışının etkisiyle imar belediyeciliği devam ettirilmiştir. 1970’den itibaren belediyecilik siyasi bir özne haline gelmeye başlamış, özellikle CHP’nin tek başına ya da koalisyon ortağı sıfatıyla iktidar da olduğu bu dönemde ‘sosyalist belediyecilik’, ‘ideolojik belediyecilik’ kavramları daha da ön plana çıkmıştır. 1980’den sonra yerel yönetimlerde Özal rüzgârı esmiştir. Özal’la birlikte ‘proje belediyeciliği’ dönemi başlamış, yerel yönetimlerin ürettiği rant artmış, yerel yönetimler çekim merkezi haline gelmiş, yine yerel yönetimler istihdam deposu haline gelerek, halkın özellikle işsizlerin, sigortalı işi olmayanların, daha fazla ilgisini çekmiştir. 1990’lı yıllarda Refah Partisi’nin önemli büyük iller de dahil bir çok yerde belediye başkanlıklarını kazanmasıyla birlikte halka dönük hizmetler artmış, varoşlara götürülen hizmetler katlanmış ve bugün halen etkisini sürdüren ‘sosyal belediyecilik’ dönemi başlamıştır. 2000’li yıllarla birlikte Ak Parti iktidarının bir yandan Refah Partisi’nin ‘sosyal belediyeciliği’ni diğer taraftansa Özal’ın ‘yatırım ve proje belediyeciliği’ni kurumsallaştırmaya çalıştığı yerel yönetim anlayışı hakim olmaya başlamıştır. Tüm bu olup bitenler, taşralı muhafazakarların merkeze yerleşmesi ve merkezi dönüştürmesi sürecini de tetiklemiştir. Ancak, taşradan merkeze hızlı nüfus akışı, çarpık kentleşmeyi ortaya çıkarmış, suç oranlarını artırmış, yeni suç türlerine de kapı aralamıştır. Toplumsal değerlerin erozyona uğramasına neden olan bu değişim, mutlaka tersine çevrilmeli, insanı merkeze alarak yönetilmelidir.
Yerel yönetimlerin bu kısa tarihsel sürecini ve eksiklikleri de dikkate alarak; nasıl bir şehir, nasıl bir kent yönetimi konuları yanında, kentlerde yaşayan dezavantajlı grupların durumu ve şehir kimliğiyle ilgili görüş ve önerilerimi paylaşmak istiyorum.
Öncelikle, kentsel dönüşüm stratejileri planlanırken ve projeler hazırlanırken mekanları kişilerin belirlediğini ancak mekanların da şahsiyetleri belirlediğini hatırdan çıkarmamak gerekiyor. Şehirleri yönetenler; şehirlerin ruhu olduğunu, bir kimliği olduğunu, unutmamalıdır ve şehirlerin dönüşümünü medeniyet mensubiyeti ve yönetici mesuliyeti şuuru içinde, gerçekleştirmelidir. Halk öncelikle nasıl bir şehir ister? Sorusuna cevabı Nahl suresinde buluyoruz. Şöyle buyruluyor: “Allah bir şehri misal olarak verdi: Bu şehir güvenli ve huzurlu idi, oraya her yerden rızkı bol bol geliyordu.” Sebe suresiyle bu duruma ulaşım da eklenmiştir. Bu ayetlerden hareketle nasıl bir kent modeli oluşturulmalı sorusuna; ulaşımı rahat, sağlıklı, güvenli, bereketli ve huzurlu bir kent modeli cevabı verilmelidir.
Memur-Sen olarak, sivilleşmeyi ve örgütlü toplumu her zaman savunduk. Ülkemizde ve dünyada çok fazla kullanılan bir kavram olmasa da sivil şehir, örgütlü şehir kavramlarını öne çıkarmalı, mimarisinden, alt yapısına, kültür ve sanat faaliyetlerinden üst yapısına kadar, her alanda vesayeti değil, sivil yönetim ve sivil anlayışın gereklerini hayata geçiren bir medeniyet şehri tasavuru ortaya koymalıyız. Bu anlamda, bir şehrin ortasından sık sık tanklar geçmesi, askeri araçların şehrin sokaklarında sürekli görülmesi, sadece militer bir görüntüye neden olmamakta, bunun yanında sivil şehir iddiasına da tehdit oluşturmaktadır. Buradan hareketle, başta memur, işçi, işveren, esnaf olmak üzere şehirde yaşayan toplumun tüm kesimlerinin örgütlü olduğu, kent yönetimine sivil düşüncenin hakim olduğu ve sivil toplum kuruluşlarının damgasını vurduğu bir modelin oluşturulması ve hayata geçirilmesi, hepimizin ortak sorumluluğu olmalıdır.
Vesayet kalktıkça eski dönemlerdeki “memur” belediye başkanından, seçilmiş ve halkın temsilcisi belediye başkanına dönüşüm gerçekleşecektir. Valilerin gölgesinde değil, halkın hizmetinde ve denetiminde belediye başkanlıkları ve yerel yönetim anlayışı ön planda olacaktır. Üniversitelerin dahi şehir merkezlerinin dışında kurulduğu bir dönemde, şehir merkezlerindeki garnizonların sivil şehir kimliğini engellediği, garnizonlar yerine sivil toplum kuruluşlarının olması gerektiği gerçeğini artık kabul etmeliyiz. Marka şehirlerin önemli özelliklerini, demokrasi, kalkınma, özgürlük ve sivil kavramların ortaklığı ile belirlemeli ve herkesin istifadesine sunmalıyız.
Yeni bir şehirleşme vizyonu çerçevesinde ortaya konulacak şehir modelinin, medeniyet ve kültürümüzün ilkelerine ve kodlarına göre inşa ve ihya edilmesi de gerekmektedir. Ankara için, geçmişte mabetsiz şehir tanımlaması yapılırdı. Bugün, Ankara dahil tüm şehirlerimizde -mimari estetikleri tartışmaya açık olmakla birlikte- geçmişle kıyaslanmayacak sayıda cami ve mescit var. Ancak, misyonlarını ne kadar yerine getiriyorlar? Gençlerin ne kadarı camilere gidiyor? Bu konular üzerinde de durmak gerekiyor. Maneviyat ikliminden yoksun şehirlerde, toplum barış ve huzurdan uzaktır. Şehirlerin manevi atmosferinin ve aile bağlarının güçlendirilmesi; şehrin kimlik ve ruh kazanmasına hepsinden önemlisi insana ait olmasına katkı yapacaktır. Örnek alınması için ortaya konulacak kent modelinin şehir mimarisi, Osmanlı ve Selçuklu mimarisinin günümüz teknolojisiyle buluşturulması ve yoğrulmasıyla ortaya konulmalıdır. Belediyecilik ve yerel yönetim hizmetleri, çöp toplama faaliyeti seviyesine indirilmemeli, medeniyet ve kültür odaklı faaliyetleri önemseyen hizmet anlayışıyla ön plana çıkmalıdır. Örneğin her ilde, hatta tüm ilçelerde tüm öğrencilerin yararlanabileceği şehir kütüphaneleri, kent kitaplıkları kurulmalıdır. Kısacası, mensubiyet ve mesuliyet duygusu içerisinde kimliği olan, ruhu olan, sivil, örgütlü, mutlu, eğitimli ve medeniyet iddiası olan şehirler kurmalıyız.
Konu yerel yönetimler ve kent kültürü olunca kentsel dönüşüme ve TOKİ’nin faaliyetlerine de değinmek gerekiyor. TOKİ, son 10 yıllık dönemde 615 bin sosyal konut üretmiştir. Bu, TOKİ’nin 2.5 milyon insanın barınma ihtiyacını karşıladığını göstermektedir. Bu durum ülkemiz için oldukça büyük bir hizmettir. Bu hizmetlerin yanına, TOKİ’nin yaptığı hastaneleri, okulları, spor salonlarını da ilave etmek gerekmektedir. Ancak bu kurumumuz bundan sonra yapacağı konut ve sosyal tesislerde medeniyet ve kültür değerlerimizi de dikkate alarak daha kaliteli binalar yapılmalıdır. Elbette ucuz konut üretilmeli ancak afet ve risklere karşı korunaklı olmanın yanında aile değerlerimiz, inançlarımız, geniş aile yapımız da göz önünde tutulmalıdır. Bunun yanı sıra, sel yataklarına varıncaya kadar bu alanları imara açıp konut yapılarak can kaybına neden olunmamalıdır.
Şehirlerimizde sivil toplumla birlikte yönetim-vatandaş işbirliğini de eşgüdümlü olarak yürürlüğe koymalıyız. Vatandaşın yönetime katılmasının zemini genişletilmeli, çözüm ortağı ve paydaş olma bilincinin aşılanmasıyla, yerel yönetimlerde demokrasinin ve yönetimin tabana yayılmasının yenilikçi sosyal projelerin ortaya çıkmasına katkı sunacak fırsatlar sağlayacağı topluma aktarılmalıdır. Akıllı kent yönetimi anlayışı, insanı yok saymayan, tüm vatandaşların da öneri ve görüşlerini alarak hizmet üreten, üretilen hizmetle yine vatandaşı mutlu etmeyi esas alan bir anlayıştır. Bu bağlamda, yerel yönetimler hizmet sunarken, şehirler yeniden inşa edilirken yaşlı hakları, engelli hakları, çocuk hakları, komşuluk hukuku gibi değerlerimiz ihmal edilmemelidir. Bu model kurulurken çekirdek aile yerine olabildiğince geniş aile kavramı, apartman ikametgâhı yerine, müstakil ev kavramları öncelenmeli, tercih ve teklif edilmelidir.
Yaşlılar, çocuklar ve engelliler yanında kadınların ve gençlerin de özel durumları dikkate alınmalıdır. Yerel yönetimler özellikle hamile kadınların alkol ve sigara benzeri zararlı maddelerden korunmasında mesuliyet yüklenmelidir. Gençlerin zararlı alışkanlıklarla buluşmaması ve karşılaşmaması için mutlaka tedbirler alınmalıdır. Her mahallede gençlerin spor yapabileceği, kitap okuyabileceği, müzikle ilgilenebileceği, görsel sanatlarla ve estetik kültürle uğraşabileceği, Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere dini ilimleri öğrenebileceği, beyin jimnastiği ve zeka oyunlarıyla, yeteneklerini geliştirebileceği komplike mekanlar inşa edilmelidir. O zaman gençlerimizi alkol, uyuşturucu ve benzeri zararlı alışkanlıklardan koruyabilir, ahlaklı ve erdemli bir nesil yetiştirebiliriz. Bu tür sosyal ve kültürel tesisler, aynı zamanda şehirleri canlandıracak, cadde, sokak ve mahalleleri medeniyet ve kültürümüzün ruhuyla bezeyecektir. Ölü şehirlerin canlanması meşru alanlarda yapılacak sosyo-kültürel etkinliklerle sağlanabilecektir.
Sonuç olarak, yerel yönetimler, kentsel dönüşüm faaliyetlerinde, kentsel alanları temizlemek ve sağlıklı hale getirmek, estetiğe önem vermek, doğal afetleri dikkate almak, dar gelirlileri konut sahibi yapmak, ekonomik canlanmayı sağlamak, yaşam kalitesini artırmak ve şehri güvenli hale getirmek zorundadır. Bu hedefle, çevreye duyarlı kentler inşa edilirken tarihi ve kültürel mirasımıza sahip çıkılmalı, toplumsal kimliğimiz, kolektif akıl ve estetik değerleri dikkate almalıyız. Obez, moloz yığını gökdelenlerden oluşan, maddi ve manevi alt yapısı zayıf şehirlerin oluşturulmasına engel olmalıyız.
Yerel yöneticiler, tüm bunları yaparken birlikte çalışma anlayışı içinde, yönetime vatandaşları ve sivil toplum kuruluşlarını da ortak ederek, aynı şekilde hizmet üretme sürecinin her aşamasında sosyal ortakları bilgilendirerek, danışarak, projelere dahil ederek, zaman zaman doğrudan vatandaşa ve sivil topluma yetki vererek, sivil, örgütlü ve insan merkezli bir şehri ve şehir yönetimini hayata geçirmeli, insanların sağlıklı, güvenli, huzurlu ve kaliteli bir yaşam sürmelerini sağlamalıdırlar. Bunun içinde mutlaka kamu görevlilerine yönelik siyaset yasağı kaldırılarak kamu görevlilerinin tecrübe ve birikimleri hem merkezi hem de yerel yönetimlere yansıtılmalıdır. Bugünden itibaren imar belediyeciliği, sosyal belediyecilik, proje ve yatırım belediyeciliği yanında sivil, örgütlü, katılımcı demokrasiyi de işleten ‘medeniyet ve kültür belediyeciliği’ne doğru yol almanın tam zamanıdır.