Kritik Soru; Krizsiz Demokrasi Mümkün Mü?
Bugün gelinen noktada, insanların ortak iradesiyle oluşmuş devlet organizasyonunun temel paradigmasının “demokrasi” olması gerektiği düşüncesi hakimdir. Yunanca kökenli bir kavram olan ve en yalın haliyle “halk iktidarı” olarak tercüme edilecek demokrasi, özellikle batı literatüründe günümüzün (bugün itibarıyla insanlığın ulaşabildiği) en iyi yönetim paradigması olarak gösteriliyor. Bunun bir sonucu olarak, demokrasi söz konusu olduğunda bütün toplumlar ve devletler, yönünü batılı ülkelerin tercih ve uygulamalarına dönmek durumunda kalıyor. Aynı nedenle, herhangi bir ülkenin veya toplumun demokrasi kültürü ve bilinci de, batılı ülkeler üzerinden değerlendiriliyor. Demokrasi ve batılı ülkeler arasındaki bu ayrılmaz ikili durumu, yer kürenin doğusunda konuşlanmış olan devletler, özellikle de İslam ülkeleri olarak tanımlanan devletler açısından henüz söz konusu değildir.
Demokrasi kavramına, demokrasinin kural ve kurumlarına uzunca bir süre mesafeli olmayı tercih eden Müslüman toplumlarda, geçmiş yüzyılın sonlarından itibaren demokrasiye doğru bir yönelim gerçekleştiğini görüyoruz. Arap Baharı olarak isimlendirilen ve bizim de ”sivil uyanış” olarak değerlendirdiğimiz süreçle birlikte, Tunus’ta, Libya’da ve Mısır’da dikta yönetimleri sona ererken halkın iradesine dayanan yönetimler iş başına gelmeye başladı. Arap Baharıyla birlikte gelişen özgürleşme iradesinin yan etkisi olarak ortaya çıkan demokrasiyle ilişkilenme arzusu, Mısır tarihinde ilk defa seçimle göreve gelmiş Cumhurbaşkanının –dünyanın sessiz desteğiyle- gerçekleşen askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılması sonrasında önemli oranda sekteye uğradı. Batı dünyası, darbeye darbe diyemeyen tavrıyla Mısır’da darbecilerin ekmeğine yağ sürmekle kalmamış, Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda yeni yeni filizlenen halk iradesinin demokrasi ağacına evrilmesini sağlayacak aşının tutmasına da engel olmuş, kendisine yöneltilen “çifte standartçı” suçlamasını da doğrulamıştır.
Bu durum, İslam ülkeleriyle daha güçlü temas kurmak noktasında Türkiye’ye bir fırsat sunmuştur. Krizlerle dolu olsa da İslam ülkeleri arasında demokrasi deneyimi, millet iradesi kapasitesi en yüksek olan ülke, hiç şüphesiz Türkiye’dir. 1960,1971 ve 1980 yıllarında gerçekleşen açık ve sert askeri müdahaleler yanında 28 Şubat 1997’de hayata geçirilen post modern esnek darbeler de dikkate alındığında Türkiye, neredeyse her on yılda bir demokratik parlamenter sistemi askıya alan vesayetçi bir bilinçle sürekli mücadele etti. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven ve Balyoz gibi senaryoları hazırlanan ancak gerçekleşmesi engellenen darbe girişimlerini de dahil ettiğimizde, Türkiye’nin demokrasi tarihinin kriz ve kaos süreçleriyle doldurulduğunu görüyoruz.
Türkiye’nin demokrasi tarihi, bir anlamda özgürleşmek ve sivilleşmek isteyen millet ile özgürlükleri ve sivil iradeyi kendisi için tehdit olarak gören derin devletin mücadele sahnesidir. Millet öne çıkmaya başladığında, derin devlet elindeki bütün aparatları kullanarak kriz ve kaos çıkarmaya odaklanmış ve geçmiş dönemin büyük bölümünde başarılı da olmuştur. Kriz ve kaos oluşturmak içinse, etnik kimlik, mezhep ve din farklılıklarını, ideolojik çekişme ve çatışmaları devreye sokulmuştur. Halkın iradesi ve idaresinden rahatsız olanlar, doğal olarak demokrasi-kriz ilişkisini canlı tutmaya çalışır. Halkın iradesinin, milletin değerlerinin hakim olmasını isteyenler ise demokrasiyi hedef alan bütün kriz ve kaos senaryolarını deşifre ve ekarte etmekle, krizsiz ve kaossuz demokratik bir sistemi inşa etmekle uğraşır. Demokrasiye dair kriz ve kaosların arka planının bilinir hale gelmesi, fail ve planlayıcılarının sanık kürsüsüne çıkarılması, krizsiz demokrasinin mümkün olduğunu algısını daha da kuvvetlendirmiştir. Bunun etkisiyle, özgürleşme, sivilleşme ve demokratikleşmeye süreç daha hızlı bir şekilde ilerlemektedir. Farklılıklar korunarak eşit vatandaşlığın mümkün olduğuna ilişkin bilinç, bu doğrultuda hayata geçirilen Çözüm Süreci, demokrasi kriz ve kaoslarına gerekçe yapılan kitlelere yönelik öfke üretici manipülasyonların artık hükümsüz hale gelmesini de sağlayacaktır. Bu noktada, hem ulusal, hem bölgesel hem de küresel düzlemde demokrasi ve krizler arasındaki ilişkinin arka planına dikkat çekmek ve krize kapalı demokratik sistemin mümkün olduğuna yönelik farkındalık oluşturmak amacıyla; dergimizin bu sayısını “Demokrasi ve Kriz “ konusuna ayırdık.
Milletimiz ve bütün insanlık için huzura, barışa, refaha katkı sağlayacak daha demokratik, daha özgürlükçü ve daha adil “yeni bir dünya” hedefinin insanlık ailesinin ortak mücadelesiyle gerçekleşeceğine inanıyor, bu sayıda yazılarıyla demokrasi ve demokrasi krizleri arasındaki ilişkiyi farklı bir bakış açısıyla inceleme fırsatı sunan fikir ve düşünce insanlarına emekleri için teşekkür ediyorum.